Gençlerbirliği Maçından Sonra..


Takımın düşüşü konusunda birşeyler yazmak için biraz geç kaldık sanki..Takımın hem fizik hem de oyun kalitesi açısından düşüşe geçmesi 4 maç öncesine kadar dayanıyor..Bu düşüş için 4 maç önce de,şimdi de bir çok haklı mazeret üretebiliriz..

Kulübün yaşadığı zor süreç , sakatlıklar , sakatlıktan geri dönenlerin fiziksel olarak kendilerini toparlayamamaları ve düşen oyuncu kalitesi vs..

Ancak bu nedenler bir kenara , artık sonuçlar ve çözümler üretmemiz gerekiyor..Yani Aykut Kocaman'ın bu sorunların çözümü için hamleler yapması bekleniyordu..Hoca da kan değişikliğine gitmek nedeniyle Özer-Uğur-Sezer gibi oyunculardan performans bekledi..Caner'in yaptığına benzer bir patlamayı veya katkıyı bu oyunculardan bekledik fakat ne Aykut hocamız ne de bizler bu oyunculardan beklentilerimize bir türlü cevap alamadık..

Emenike-Niang ikilisinden Bienvenu-Semih'in olabilecek en formsuz dönemine denk geldik..Bienvenu için çok ümitliydim fakat inanılmaz kötü..Bir oyuncu attığı gollerde kalitesini belli eder..Geçen hafta Eskişehir maçında ilk vuruşta yapamadığı gol bile benim için çok belirleyici bir an olmuştu..Bugün ve genelde böyle izlediğimiz Bienvenu'de ne yazık ki gayretli ancak kısıtlı yeteneklere sahip ve zeki bir oyuncu değil..

Bienvenu bu durumdayken , mevzuu Alex'e kalıyor ancak Alex'in arkasında ki dörtlü , hatta sekizli de hücum konusunda çok zayıf olunca üretkenlik sıfırın altına iniyor..Alex'in arkasındaki sekizli dedim çünkü geçen sene ki Lugano-Santos-Gökhan-Mehmet-Emre-Dia/Stoch hücum istatistiklerini düşünün..

Ligin henüz başlarında Sami Yen'de oynanan bir Kasımpaşa maçı vardı 6-2 biten..Dia-Emre ikilisi domine etmişti maçı..Ki takım olarak Fenerbahçe o zaman da iyi değildi..Ancak Alex'e biraz ayak uyduran 2-3 oyuncunun varlığı takımın hücum gücüne yeterli olabiliyordu..

Şimdi takımda bir yılgınlık var..Savunma oyuncularının savunma görevlerini yapmaları ve Volkan'ın bireysel performansı dışında herşey olması gerekenden çok uzak..

Aykut Kocaman'ın ne yapıp bu olayı tersine çevirmesi gerekiyor derseniz..Bence Stoch berbat oynasa bile 90 dakika sahada kalmalı..Sırf temposu ve adam eksiltme özelliğinden dolayı Miroslav Stoch şuan Fenerbahçe'de Alex'in ardından en eşsiz oyuncu..

Gökhan-Mehmet ikilisine nasıl bir fiziksel güç depolandırılacaksa bir an önce yapılmalı ve bu iki oyuncu 2 senedir alıştığımız tempolarına dönmeli..Solda Caner'e kızmıyorum..En azından özverili..Ama rakiplerin içinden geçmeye çalışmaktan vazgeçmiyor..

Emre çok yoğun bir baskı dönemi geçiriyor ve bunu üzerinden atması gerek..Oyununu da etkiliyor..İnişli çıkışlı oynamaması lazım Emre'nin..10 dakika çok iyi ve hücuma destek , sonra 20 dakika rakip yarı sahada yok..

Takımın hücum varyasyonları zayıf olup,tempo çok düşük olunca her oyuncunun defosu daha da göze batar oluyor..

Özer Hurmacı , Fenerbahçe'de yaşadığım en büyük hayal kırıklıklarından biri..Çok şey yazmak istemiyorum bunun üzerine..Üç aşağı beş yukarı bu cümleyi çoğunuz söylüyor zaten ve evet ben de sizlerle aynı tepkileri veriyor , aynı şekilde sinirleniyorum Özer'i izledikçe..

Bugün devre arasında %100 Futbol'da Rıdvan hoca Özer kötü gibi görünüyor ama çok geziyor tarzı bir şey dedi..Hocam geziyor eyvallah ama gezdiği için Gökhan hem 2'ye 1 yakalanıyor hem de hücumda yalnız kalıyor..Bunu görememek için kör olmak lazım..

Uğur Boral tercihi neden..?Hem de sağa atılan bir Uğur Boral..?Aykut hocam inanın yakışmıyor size..Gaziantep maçında da aynı şeyi denemişti hoca ve Uğur oyuna sonradan girdiği maçta oyundan çıkmıştı..Neden ki..?

Takım hücum yapamıyor , oyuncular tıkanmış..Ne kanat atağı ne ortadan delicilik var..O zaman sistemi de değiştir hocam..Ben Daum'u çok eleştirirdim ama bazen bu oyun içi sistem değişikliklerini çok iyi yapardı Daum..Aykut hocam sistemi değiştirme yoluna hiç gitmiyor..

Maçın 10.dakikasında Fenerbahçe'nin bu maçta gol pozisyonuna girmekte çok zorlanacağını sanırım sizde gördünüz..Çok fazla beklemenin bir anlamı var mı..?

Ben olsam en azından ikinci yarıya 4-3-1-2'ye dönerdim..

---------------- Volkan -----------------
---Gökhan---Bilica----Yobo---Ziegler---
-------Cristian------Selçuk------Emre------
-----------------Alex-------------------
----------Semih-----Bienvenu-----------

Bu şekile döner , stokta da Stoch'u tutar , 65-70 gibi o hamleyi yapardım..Az önce dediğim ile çelişmeyeyim , Stoch ile ilk 11 başlarım fakat bugün olduğu gibi 45 dakikayı boşa harcadıktan ve hücum yapamadıktan sonra çift forvete dönmek tek çare..

Son 10 dakika maç izlediğimizi anladık..Şunu araştırmak lazım aslında..Son 10 yılda ilk yarım saatte en az gol atan İstanbul takımı Fenerbahçe olabilir..Boşa harcanan ilk yarıların bedelini ödemeye devam ediyoruz..

Bundan sonra eldeki bu malzeme ile Aykut hocamız nasıl bir yemek çıkartabilir bilemiyorum..Oyuncular kafalarında da bazı kararları alıp , yaz boyu bizleri gururlandıran motivasyonlarına dönemezlerse ilk devrenin finaline kadar işimiz zor..

Yazdan beri diyoruz , bu sene bizim için saha içi sonuçlar,alınan iki galibiyet,bi beraberlik çok önemli değil diye fakat son haftalarda izlediğimiz 'huzursuz ve isteksiz Fenerbahçe' bizlerin bu hayatta tahammül edemeyeceği şeylerin ilk sıralarında gelir..

Fenerbahçe formasını giymek bir oyuncunun ihtiyacı olan bütün özgüveni verebilecek güçtedir..Bunun idrakında olduklarına şüphe yok oyuncularımızın fakat artık biraz bunu gösterme zamanı..

Yenilin,9 kişi kalın,Karabük maçında olduğu gibi yorgunlıktan bayılın ancak bizi son haftalarda olduğu gibi üzmeyin..Öylesine demiyoruz , inanın aldığınız 1 puan , 3 puan falan değil bizi ilgilendiren..Ama şu halinizle aldığınız 3 puan da bizleri mutlu etmekten çok uzak..

Aykut Kocaman'a çok iş düşüyor..Umarım hoca doğru kararları verebilir.. al

Gol budur

Bize hava mı atıyorsun Şeytan Rıdvan?

"Şeytan"ın Sarıyer'de oynadığı yıllar... Büyük takımların gözü Rıdvan'ın üzerinde. O da her maç sahada fırtına gibi esiyor. Ve Sarıyer Fenerbahçe ile karşı karşıya... Rıdvan'ın karşısında iki efsane savunma oyuncusu var, Cem Pamiroğlu ve Erdoğan Arıca. Rıdvan kendisini göstermek için her zaman ki gibi müthiş başlıyor maça. Rıdvan bir Cem Pamiroğlu'nu bir Erdoğan Arıca'yı peşine takıp duruyor. Rıdvan yüzünden iki efsane de rezil durumda.

Yine bir pozisyon sırasında Rıdvan sol kanattan akıyor. Cem Pamiroğlu basıyor tekmeyi. Rıdvan yerde kıvranırken Pamiroğlu yanaşıp, "Bak oğlum. Hava mı atıyorsun sen? Ne o bir sağdan bir soldan. Böyle oynarsan bir yerlerine bir şeyler olacak. Ona göre. Git sol tarafta oyna." Şeytan acı içinde kalkar ama mesajı da alır ve diğer kanada geçer.

Bu kez sol kanatta topla buluşan Rıdvan, bu sefer de Erdoğan Arıca'nın tekmesiyle yerde kalıyor. Rıdvan yerde yine kıvranırken bu kez Arıca, "Ne işin var benim tarafta? Sen sağda oynamıyor musun? Git karşı tarafta oyna yoksa kırarım ayağını." Rıdvan sonunda dayanamaz ve isyan eder, "İyi de abi, Cem abi beni bu kanada yolladı. Sen de git karşıda oyna diyorsun. Ben nerede oynayacağım?"

Mutluluk çubuğu yutan G.Saraylı yöneticiler

Beşiktaş ile Galatasaray arasında oynanan derbi bitti ama tartışması bir türlü bitmedi. Karşılaşma sonrasında tartışılan konular Eboue, Beşiktaş taraftarı ve G.Saraylı yöneticilerin maç sonrası açıklamaları.

Derbide Eboue'ye atılan yabancı maddeler kadar çirkin olan şey Eboue'nin sırtına gelen şişeden sonra yüzünü tutması oldu diyebiliriz. Ardından G.Saraylı futbolcuların soyunma odası tüneline tribünden gelen yabancı maddelerden dolayı girememesi.

Ancak maç sonunda Galatasaraylı yöneticiler başta Ünal Aysal olmak üzere oluşan tablodan hiç rahatsız değildi. Hatta öyle ki G.Saray Başkanı Ünal Aysa, "Çok dostça bir mücadele oldu" derken geçtiğimiz günlerde "Olayları görsem sahaya atlardım" diye konuşuyor. Sahada olanları görmemek için kör olmak gerektiği konusunda eminim hepimiz hemfikirizdir.

Bugün de Ali Dürüst, Beşiktaş taraftarının çok yaratıcı bir taraftar kitlesi olduğunu, G.Saraylı futbolcuların soyunma odasına geç girmesinin yanlış anlaşılmalara yol açmaması gerektiğini söylemiş. Bu yalakalığın sebebini açıklayacak insan evladı arıyorum...

Ya fotoğraflar yalan söylüyor, ya bu yöneticiler birbirini yalamaktan çok hoşlanıyor...


Bazenler..


  • Bazen olmaz, olmayacaktır ya da hiç olmamıştır ama seversiniz.
  • Bazen hayatınızın en kötü zamanlarıdır, bilirsiniz.
  • Bazen sevdikleriniz ölür ve bazen her şey film senaryosu gibidir.
  • Biri gelir.Öyle bir var olur, öyle bir yanınızdadır ki size bir şey olmaz sanırsınız.
  • Bazen birinin yalnızca var oluşunu bile çok seversininz çünkü çok güzel var oluyordur, daha önce hiç görmediğiniz kadar.
  • Onun size bu kadar ihtiyaç duyup duymamasının bir önemi yoktur, en azından böyle düşünürsünüz.
  • Siz böyle düşünürken o öyle bir gider ki…
  • Var oluşunun güzelliğine yakışır bir yok oluştur onunkisi.Çok görmemek lazımdır.
  • Siz sayfayı çeviremezsiniz, siz bir şeylerin üstünü karalayamazsınız, siz o’ndan sonra bir adım bile atamazsınız, bocaladıkça yorgun düşersiniz ancak.
  • Olduğunuz yerde saymanız yetmez, battıkça batar, cehennemin dibine taş çıkarır bir korkunçlukta yok olmaya mahkum kalırsınız.Ama asla ölmezsiniz.Kesinlikle soyut olamayacak kadar gerçek acılarla ölür yeniden dirilirsiniz, sonra tekrar ölüp tekrar dirilirsiniz..
  • Sonu yokmuş gibi.O dönmedikçe sonu yokmuş gibi.
  • Siz sürekli kurtulduğunuzu, bir adım attığınızı düşünürken, o koşar adımlarla uzaklaşır aşk mahallinizden.Ne kadar “hala aşık”olduğunuzun, ne kadar özlediğiniz hiçbir önemi yoktur.
  • O, bir daha arkasına bakmamacasına koşmuştur.Bir daha arkasına bakmaz.Ki bakmasın da..Dönerse görüp görebileceği bir köpek gibi sahipsiz bıraktığı sizsinizdir.O yüzden hiç bakmasın arkasına.
  • O adımlarına devam eder, siz ölmeye.O yol üzerinde kendini kurtaracak birilerini bulur, ama siz yapayalnızsınızdır.
  • Siz hangi limana yaklaşsanız ya sizden kaçarlar, ya da hep korktuğunuz için sizden kaçtıklarını sanırsınız.
  • Onlarca liman vardır.Siz o’nsuzluk okyanusunda boğulup gitmeye mahkumsunuzdur, liman o olmadıkça.




-Neyse o zaman ben çok teşekkür ederim çay için, ben o zaman kalkayım, daha sonra ben Sedef’i görürüm.Çok zahmet verdim çok teşekkür ederim.
+Aa.. Ama ben un kurabiyesi yapıyodum, ondan getirecektim daha…
-Un mu kurabiyesi ? Allahım canımı al şu anda.. Nasıl yapalım ?
+Sonra işte organların dağıtıldığını öğrendim, düştüm kalbin peşine… Bir anlamda benim de kalbim oluyor ya o.
-Ben sana bi Türk kahvesi yapayım mı ?
+Türk kahvesi mi ? Allahım neler oluyo !
+Allahım, annenanne dizindeyim şu an ! Ne yapacağımı bilemiyorum.. Ouu elma da geldi.Ölsem mi acaba şurda ?
-Annenannen yok mu senin ?
+Yok valla ya… Ne zaman annenanne lafı geçse böyle 6 yaşıma geri dönüyorum ben.
-Merak etme ben senin annenannen olurum.
+Gerçekten mi ! Yemin et ! Kurban olurum ben sana annenannemsin benim.Anneannem ya !

Milyonluk Hayatlar ve Üç Kuruşluk Hayatlar

Gelin biraz eglenelim yav. bikmadiniz mi yalan haberleri, siyasilere yalakalik yapmak icin yazilan haberleri, kalemleri pislik cukurundan murekkep alan adamlari okumaktan?

bak biz burada bu adamlarin ciddiye aldiklari her seyle dalga geciyoruz, ciddiye almiyoruz. niye alalim? sebep ne ki?

sen mesela bir isci olabilirsin, bir ev kadini, memur, ogrenci…

basbakanin soyledi iste, her universite bitiren is bulacak diye bir kural yok…

dogal olarak her calismak isteyen de is bulamayacak (ki yasamak icin bu sart degil mi). issiz gucsuz kalmamiz reva yani. e biz de bu issizlikten bikip yeteneklerimizi yasadigimiz dunyayi dalgaya alarak sergileyen bi grup insaniz.

bak sen o gazetelerde yazan her sacmaligi okuyorsun. bunu da oku bu sacma degil tahammulun biraz zor olur ama oku la oku, okumaktan zarar gelmez ha.

olm napiyolar oyle her yerde neyi gizliyolar hic dusundun mu? seni sacma sapan dizilerle uyuturken, gazete haberlerine dizi karakterlerini konu edinip uyduruk, igrenc, kalitesiz dizilerin karakterlerini bile haber yapan heriflerin neyi gizlediklerini hic dusundunuz mu la?

stada erkek girdi diye fener macina giden kadini, erkek ilan eden zeki gazetecilerimizin tek basarisi bu mu? la olm muayene mi ettiniz naaptiniz lan? e guluyoruz tabi adamlar dogal komedyenler, ama meselemiz o erkek sanilan kadin da degil ulan! mesela hes denen sey var duydunuz siz onu, yil oldu karadenizliler dogasina sahip cikiyor, izin vermiyor, direniyor. cunku kirletilmeyen cok az yer kaldi memleketimizde. oradaki direnen koyluleri gostermediler ya size, bak biz diyoruz iste, olm jandarma koyunun dogasini koruyan adamdan, ulkenin en guzel yerlerinin irzina gecen adamlari koruyor. mahkeme yapilamaz diye karar alsa da askeri oraya o santraller yapilsin, protesto eden koyluler uzaklastirilsin diye yolluyorlar.

universite ogrencileri aclik sinirinda yasiyor. bebekler yetersiz beslenmeden, hastaliktan kiriliyor, kadin cinayetleri aldi basini gidiyor. nasil lan o sayfalara yansidigi gibi mi hayat?

e tabi; gazetelerde ne var? basbakan`in orta doguda oynadigi tiyatro, savas cigirtkanlarinin ufledigi borazan, kim tatilde kiminle sevismis, hangi plajda nerede yiyismis, bilmem ne dizisinde bilmem ne karakterinin verdigi zorlu karar. reina ya alinmayan dizi oyuncularinin drami, kocasini hamile diye kandiran kadinin acili ve acikli oykusu. manyakliga bak olm: bunlar bizden daha cilgin daha komik ya lan!

adam olmak bir sey degil de, bunu yazanlar varken ve bir de bunlar `halk bunu istiyor` derken soralim, sahiden lan siz bunu istediniz mi? bir avuc koyun surusu gibi gorulup, oy verme zamanlarinda kendini dunyanin en onemli insani olarak mi goruyorsunuz? oyleyse soyleyeyim, altinizda kaydirak var. kayiyorsunuz. her sey bir saka aslinda ve sizin boynunuzda zincir yok. ohom… olm uyandirayim, bilmem kim hangi acilisa giderken, kolundaki hatunla goruntuleniyor ya, o sizi ilgilendirmiyor lan. onun arabasi da oyle, size ne olm baskasinin hayatindan. sen o arabayi alamazsin, o acilisa, o zenginler klubunun oldugu yere giremezsin. sen dogarsin, yalanlarla uyutulacak bir koyun olarak gorulursun, oy verme zamani adam yerine konulursun, sonra kimse takmaz ipine kusagina, olursun. mezar tasin bile adaminkinden kalitesiz olur. ucuz olur!

gel de adam gibi iki satir paylas, eglen, bu duzen bir yogurt,icinde kendini rendeleme ki cacik olmasin. katil aramiza da nefes al lan! kac kez dogacaksin. biz bunu yine yapariz. biz alarmiz olm. kimisi harbiden cok kizar bize, nefret eder, sokaklar ac, sokaklar, kirleniyor, doga yok ediliyor, insanlik savas cigliklariyla kendini tuketiyor. uyanin lan! televizyonda izlettirilen o evlilik programlarindan, dizilerden, igrenc hikayelerden daha onemli bir sey var, yasamak be olm, insanca yasamak.

biz yapariz; gene yapariz. yapacagiz da, vakitsiz oten horozu durtukluyorlardi ya, simdi degilse vakti ne zaman? peki horoz vakitlice otunce ne olur. iste bu olur. cok gec kalmadan, hadi bakalim… biz uzerimize duseni yaptik, gelin biraz da siz gecin dalganizi. biraz da sesimize siz ses katin…

mesela biz kimiz? kendi halinde insanlariz, sizden farkimiz ufak tefek seyler, mesela karadeniz halki, heslere karsi cikiyor, kurecik halki fuze kalkanlarina, sahi ne isi var elin fuze kalkanlarinin kurecikte? iste o soruyu soruyoruz. Fuze kalkanlarini da alsin gitsin bu adamlar, kendi topraklarina kursun; biz bu topraklarin sahibiyiz.

belki sistemin efendileri kadar guclu degiliz ama koleleri de degiliz.

yalniz da degiliz. savas isteyenlerin, insan oldurmeyi kutsayanlarin, kurecik`e fuze kalkani dikmek isteyenlerin yaninda degiliz; karsisindayiz.

artik hayatinizi baskalarinin yonlendirmesini izlemeyin, sizin adiniza alinan kararlari onaylamayin gelin, hayati izlemek yerine bastan baslayip hayati yonetenin kendisi olalim… bu gazeteleri ve sacmaliklarini okumayin..

Sabrilluminati

Sırça Köşk

Bir zamanlar boş gezmeyi iş yapmaktan çok seven üç arkadaş varmış. Bugünden yarına geçinmek, gittikleri yerlerin birinden yüz bulsalar, peşinden kovulmak canlarına tak demiş. Alın teriyle kazanıp gönül rahatlığıyla yemeyi de gözlerine kestiremezlermiş, çünkü elleri işe yatkın değilmiş.

Bir gün, uzun bir yolculuktan sonra, yüksekçe bir tepede oturup aşağıdaki ovada yayılan büyük bir şehre garip garip bakarlar, acaba bu bilmediğimiz yerde nasıl karşılanacağız, diye acı acı düşünürlerken, içlerinden birinin aklına yaman bir fikir gelmiş, hemen yerinden fırlayıp:

“Gelin benimle beraber, bu şehirde sırça köşk yapalım; ömrümüzün sonuna kadar bolluk içinde, rahat yaşarız!” demiş.

Ötekiler:

“Bu sırça köşk de nedir?” diye sormuşlar, beriki:

“Durmayın, vakit kaybetmeyelim, yolda anlatırım!” diye onları peşine takmış, bayırdan aşağı kuş gibi hızla inmeye başlamışlar.

Elebaşı yolda üç beş sözle arkadaşlarına şehre varınca nasıl davranacaklarını öğretmiş.

İndikleri şehir, o memleketin başşehri imiş. Bu memlekette bütün millet çalışır, herkes elinden gelen işi yapar, kendi başına buyruk, beyler gibi yaşarmış. Tarlalarda, dükkanlarda insanlar arı gibi çalışır, kazanan kazanamayana destek olur, malını lüzumuna göre başkasıyla değişir, kavgasız dövüşsüz, efendisiz uşaksız, ömrünün sonunu bulurmuş. Gündelik işlerini gördürmek, nizalarını yatıştırmak için aralarından seçtikleri adamlar hemşerilerine hizmet etmekten başka şey düşünmez, zorbalığı akıllarından bile geçirmezlermiş.

Bizim üç ahbap geldikleri sırada şehrin pazarıymış. Sokaklarda ekinler, yemişler, dokumalar, kumaşlar, demirler, kömürler küme küme durur, alıcı ile verici aracısız iş görürmüş.

Ahbaplar, önceden aralarında sözbirliği ettikleri üzere, sokaklarda aylak aylak dolaşıp etraflarına bakarlar, başlarını sallayıp, yanlarından geçenlere duyuracak şekilde:

“Allah allah… Amma da acayip memleket ha!..” diye söylenirlermiş.

Bir sokak gitmişler, öbür sokağa varmışlar; ondan çıkıp başkasına dalmışlar, ama hep şaşkın şaşkın aynı sözleri tekrarlamışlar.

Gitgide arkalarına bir sürü meraklı takılmış, bu yabancılar memleketin nesini acayip buldular acaba? diye aralarında soruşturmaya başlamış. Nihayet birisi dayanamayıp yabancılara sormuş:

“Neye şaşırıyorsunuz Allah aşkına?”

Ahbapların elebaşısı:

“Yahu, sizin memleketin sırça köşkü nerede?” diye öğrenmek istemiş.

“Ne sırça köşkü?”

“Nasıl? Sizin sırça köşkünüz yok mu?”

“O da neymiş?”

Elebaşı yanındaki dostlarına dönüp:

“Aman yarabbi, daha sırça köşkün ne olduğunu bilmiyorlar. Böyle memlekette durulmaz, hemen yolumuza gidelim!” demiş.

Şehir halkını daha çok merak sarmış. Ahbapların peşini bırakmamışlar. Beş on adım sonra önleyip tekrar sormuşlar:

“Canım, neymiş şu sırça köşk? Anlatın bakalım, pek lüzumlu bir şeyse belki biz de yaparız!”

“Lüzumlu ne demek? Sırça köşkü olmayan şehir, sırça köşke bağlanmayan memleket olur mu?.. Haydi dostlar gidelim!..”

Halk, aralarında ayaküstü bir danışmışlar, sonra yabancıların yanına sokulup:

“Bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun? Mademki bu kadar lazımmış, hadi hep beraber şu sırça köşkü yapıverelim!” demişler.

Yabancıların elebaşısı:

“Olmaz… Olmaz… Sırça köşkü yapmak o kadar kolay değil… Masraf ister, malzeme ister, işçi ister. Bırakın bizi de sırça köşkü olan şehire gidelim!” demiş. Ama halk bırakmamış,

“Ne lazımsa verelim, kimselerin memleketinden aşağı kalmak istemeyiz!” diye direnmiş.

Oturup hesabını yapmışlar, hemen işe başlamışlar. Üç ahbap sırça köşkün mimarlığını üstüne almış, halk aralarından işçi seçmiş, arabacı ayırmış, şehrin en büyük meydanına kum taşımaya, kömür getirmeye başlamış. Bir kısmı da bu işte çalışanlara yiyecek, içecek getirir, giyim eşyası tedarik edermiş. Nihayet camlar eritilmiş, sırça duvarlar yükselmiş, bir kat tamam
olunca, üç ahbap içine yerleşmişler, halka demişler ki:

“İşte, sırça köşk oldu demektir. Daha tamam değil, memleketinizin şanına layık büyüklükte değil ama, o da olur. Şimdi bunu iyi muhafaza etmek lazım, büyütmek lazım, adam ayırın, yiyeceği içeceği artırın, aranızdan seçtiğiniz adamları da dağıtın, biz her işinize bakarız…”

Halk, artık bir sırça köşkümüz var, diye sevinmiş, kendi yediğinden, giydiğinden kesip sırça köşkte oturanlarla onların hizmetine ayrılanlara vermeye başlamış. Az sonra sırça köşkten emir çıkmış:

“Bir kat daha çıkmak lazım. Burası hem bize; hem hizmetimize bakanlara dar geliyor.”

Arabalar yeniden kum taşımış, sırça köşkün efendileriyle onlara hizmet edenlere, yapıda çalışanlara davarlarla koyun, çuvallarla ekin, küfelerle yemiş getirmiş. İkinci kat tamam olunca, üç ahbap oraya da halk arasından kendi işlerine yarayabilecek olanları seçip yerleştirmişler. Onlar da burada ekmek elden su gölden yaşamanın tadını alınca, sırça köşkün çok lüzumlu bir şey olduğuna inanmışlar, hemşerilerini de inandırmak için gayrette kusur etmemişler.

Bu yolda sırça köşk yükseldikçe yükselmiş, kat üstüne kat binmiş. İçi oldukça dolmuş, sırça köşke girmenin kolayını bulan ordan çıkmak istemez, bunun tersine dışarda kalanlar yolunu bulup içerde bir yer kapmaya uğraşırmış. Ama sırça köşkte oturanlarla onlara hizmet edenleri beslemek de halkın belini pek bükmüş. Aralarında homurdananlar türemiş. Bir aralık:

“Sırça köşk lazım, anladık, ama bu kadar çok odaya, bu kadar hazır yiyiciye ne lüzum var?” diye şöyle bir görünecek olmuşlar. Üç ahbabın elebaşısı onlara her odanın vazifesini iyice anlatmış:

“İşte” demiş, “şu odada ben otururum, sırça köşkün başında ben varım, bensiz bu iş yürür mü? Ben olmasam sırça köşkünüz olur muydu?.. Şu odalarsa başyardımcılarımızın… Ta gurbet ellerden gelip sizi sırça köşke kavuşturduk, biz idare etmesek ne köşk kalır, ne siz kalırsınız!”

Halk:

“Pekala” demiş, “ama bir sürü aylakçının ne lüzumu var? Mesela şu odadaki ne iş görür?”

“O mu? Ne diyorsunuz? Sırça köşke giren malların hesabına o bakar; bu malları toplayanların başıdır. O olmasa, hiçbiriniz verdiğinizin nereye gittiğini bilemezsiniz. Buna gönlünüz razı olur mu?”

“Eee… şu odadaki?”

“Sırça köşke zamanında mal göndermeyenleri, noksan mal gönderenleri, sırça köşkün kadrini bilmek istemeyip ona kastedenleri arar bulur… Öyle sütü bozukları başıboş bırakmak olur mu?”

“Peki, ya şurdaki?”

“Sırça köşke girip çıkanların defterini tutar.”

“Bunu da anladık, ya bu odadaki?”

“Sırça köşkün odalarını süpürtür…”

Halk ne sorduysa cevabını almış, bütün odalarla bu odalarda aylak oturan insanların pek lüzumlu olduğuna inanmış; çünkü bunların kimi sırça köşkün ışıkçı başısı, kimi döşekçi başısı, kimi onun yamağı, kimi yamağının yamağı imiş. Eh, artık bir sırça köşk olduktan sonra, onun hizmetine bakanlar, sonra bu hizmete bakanların hizmetine bakanlar elbette olacakmış. Ama sırça köşktekiler arttıkça, halkta onları doyuracak takat kalmamış. O zaman sırça köşkün adamları gelip herkesin yiyeceğini, giyeceğini zorla almışlar. Ayak direyenleri götürüp sırça köşkün bodrumuna kapamışlar. Halk, başına kendi sardırdığı bu beladan kurtulmaya kalkışamazmış; çünkü sırça köşkün adamları, gezdikleri, dolaştıkları yerde, onun hiçbir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam olduğunu söyler, saf kimseleri buna inandırır, inanmayanları ise bin bir zulüm, bin bir hile ile
sustururlarmış. Sırça köşkün de gözü doymak bilmez, istedikçe istermiş. Baştakiler doğuştan tembel oldukları, sonradan yanaşanlar da çalışmayı çoktan unuttukları için, kendilerini besleyenlere, buna karşılık bir şeyler borçlu olduklarını akıllarına bile getirmezler, yalnız birbirlerinin hizmetine bakarlar, memleketin halkına, bir köylünün inekleriyle köpeklerine baktığı kadar bile göz kulak olmazlarmış. Ama halkın gözü yıldığı için elindekini avucundakini vermiş. Artık bir gün verecek bir şeyi kalmamış, çünkü sırça köşkten çıkan bir emirle herkes elindeki son koyunu da vermeye çağrılmış. Getirmişler, teslim etmişler, söve saya dağılmaya başlamışlar. Onların böyle homurdandığını, artık verecek bir şeyleri kalmadığı için korkacak bir şeyleri de olmadığını fark eden bizim ahbapların elebaşısı sırça köşkün balkonuna çıkmış, sesini tatlılaştırıp onlara demiş ki:

“Ey millet, birçok şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız, ama ostun düşmanın hayran olduğu bir sırça köşk elde ettiniz. Onun azameti, onun parlaklığı yanında üç beş çuval ekin, dört beş davar nedir ki?.. Biz sizin şanınız, şerefiniz için çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başka bir şey düşünmüyoruz. Bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik, boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. Bütün koyunların kelleleri halka dağıtılsın!”

Sırça köşkten çıkan birçok hizmetkar, biraz önce oraya canlı olarak giren, şimdi kesilip, yüzülüp kebap edilmeye başlanan koyunların kafalarını halka dağıtmışlar.

Kelleyi alanlar dağılmak üzereyken içlerinden biri elindeki başa bakarak hayretle bağırmış:

“İyi ama bu başın beynini almışlar!”

Elebaşı balkondan seslenmiş:

“Öyle… Fakat siz beyni ne yapacaksınız? Pişirmesini bilmez, ziyan edersiniz!”

Başka biri:

“Peki, ya bu başların dili de yok!” diye haykırmış. Elebaşı aşağıya doğru eğilmiş:

“Canım, dilin size lüzumu yok! Yemesini beceremezsiniz!”

Bir üçüncüsü:

“Yahu, bu kellelerin gözlerini de çıkarmışlar!”

Elebaşı ona da cevap vermiş:

“Siz o gözün de nasıl kullanılacağını bilemezsiniz, vazgeçin ondan da…”

Bunun üzerine halk, beyinsiz, dilsiz, gözsüz kelleleriyle dağılmak üzereyken, aralarında canından bezmiş biri:

“Böyle başın da bana lüzumu yok!” diyerek, boynuzundan tuttuğu kelleyi fırlatıvermiş. İşte o zaman herkesin şaştığı bir şey olmuş; hızla gidip sırça köşke çarpan kelle orada “Şangır!..” diye koskocaman bir gedik açmış. Halk her şeyden sağlam, hiçbir zaman yıkılmaz, kırılmaz bildiği o koskoca sırça köşkün bu kadar çürük olduğunu görünce, elindeki kelleleri birbiri arkasına
ona fırlatmaya başlamış, göz açıp kapayıncaya kadar tuzla buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış, içindekilerin çoğu cam kırıklarının altında ezilmiş, kapıya yakın yerlerdeki beş on kişi zor kurtulmuş…

Halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada onsuz da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş, işini yine arasından seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkaramamış. İhtiyarlar çocuklarına ondan bahsederlerken, şu nasihatı vermeyi unutmazlarmış:

“Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.”
…
The Infamous Middle Finger